BİSMİLLÂHİRRAHMÂNİRRAHIYM

Bu zât-ı âlâ hakkında bilgi toplarken banada müracaat etmek lûtfunda bulundular. Bu âciz hayâtımda şahsımdan istenen en zor görev ...

Katreden Deryayı sormak ...


Ma'nâ ufkunda doğup gönül âlemlerini aydınlatarak, yine ma'nâ ufkunda gurûp eden bu zatları bilmek ve bildirmek, yine kendilerine hâs bir yetenek. Bizim onlar hakkında bildiklerimiz ise kendi kaderimizcedir. Dedelerimiz, ''Altının kıymetini sarraf , İnsanın kıymetini insan bilir '' demişlerdir. Bundan sonra benim söylüyeceklerim; yine o zâtın derslerinden bir misâl ile : '' Yenmiş meyvaların kurumuş kabuklarından duyulan kokulardan ibârettir. '' 

MUHAMMED ŞEMSEDDİN YEŞİL EFENDİ HAZRETLERİNİN 7 cildlik '' FÜYÛZAT '' adlı KUR'AN tefsirinin başındaki '' İNSAN ve KUR'AN '' yazısı, kendisini tanımak istiyenler için yeterli bir tariftir.

*****

Çok büyük bir hanımefendi olan o büyük zâtın annesi Hanife Hanım, doğumunu şu cümlelerle anlatır :
'' Hamileliğim müddetimce arkamda sağ tarafımda tertemiz beyaz elbiseli bir zâtın devamlı kontrolünde idim. Başımı cevirdiğimde omuzunu ve beyaz elbisesinin bir kısmını görüyordum.
Hicri 1322'de Muharrem'in 10. günü sabah saat 10 sıralarında oğlum Muhammed Şemseddin dünyaya geldi. Daha sonraki günlerde, ne zaman oğlumun salıncağını sallamak üzere yanına dönsem salıncağı sallanır durumda buluyordum; halbuki evde yalnız idim. Bir gün zevcim beraber, yer sofrasında yemek yerken odamızın kapısında bir zât göründü. Elbisesinden , hamileliğim müddetince arkamda olan zât olduğunu anladım. Zevcimle ben donup kaldık. O zât salıncağa doğru yürüdü, uzun müddet oğlumuzun yüzüne baktı ve dönüp kapıdan çıktı. Daha sonra, ma'neviyata âgâh olan zevcim, gördüğümüz bu zâtın Abdülkadir Geylânî Hazretleri olduğunu söyledi. ''

Bendeniz bunu bizzat o mübârek hanımın ağzından dinledim.

Bir gün, Beyazıt Sahaflar Çarşısı 8 No'da o zâtın kitapçı dükkânında idim. Kendisi büyük, esmer, mumlu
gibi bir kâğıt çıkardı ve masanın üstüne açtı. Bu bir şecere idi. Zevcim Adnan Selman ve şimdi hatırlıyamadığım bir kaç arkadaş vardı. Kendisinin Abdülkadir Geylânî neslinden geldiğini isbatlayan bu şecereyi, mübârek parmağı ile işâretliyerek, dedelerinin isimlerini gösterdi.

II. Sultan Murad zamanında doğudan gelen ecdadı, bugün Gerede yakınlarındaki '' Ümmü Kemal '' tekkesinde yatmaktadır. Tekkeye ve o yöreye adını veren o zâta ''Olgunluk anası veya olgun kişi '' ma'nâsına gelen '' Ümmü Kemal '' lâkabı halk tarafından verilmiş. Sefere giderken, Gerede yakınlarında mola veren Yavuz Sultan Selim bu zâtın nâmını duymuş kendisini dâvet etmiş, sohbet etmiş, hürmet etmiş. Şüpheci insanlara mahsuz bir sıfat alan merâkını yenemiyerek, bu zâtın büyüklüğünü sınama hevesine kapılmış. Söylentiye göre, lalasıyla gizlice anlaşıp hiç kimseye sezdirmeden gece lalasının ölmüş olduğu haberini yayıp, o zâtı cenaze namazına çağırtmış.Namaz kıldırmak üzere tabutun başına geçen Ümmü Kemal Hazretleri birden bire arkasındaki Pâdişaha dönüp :

'' Padişahım, Ölü kişi niyetinemi, diri kişi niyetinemi ? '' deyince, Padişah şaşkınlıkla : '' Tabii ölü kişi niyetine '' diyor. Namaz kılınıp bittiğinde ve tabut açıldığında, lalanın ölmüş olduğu görülüyor ; böylece Pâdişaha ve orada bulunanlara Allah dostlarının şakaya gelmiyeceğinin dersini veriyor.
İşte kökü beşeriyetin Fahr-i Ebedîsi Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'a uzanan bu mübârek ağacın meyvası Muhammed Şemseddin Yeşil Hazretleri, yarım asır ta'tilsiz, mâzeretsiz Hazret-i Muhammed (s.a.v.) 'in muhabbetini gönüllere aşılamış. O'nun getirdiği Kitâbı, eşsiz bir belâgatla beyan etmiştir. Bu uğurda ne cefâlara, ne eziyetlere katlanmıştır. Âlem-i Cemal'e teşrif edeceği son aylarda şeker ve kalp hastalığının en kritik döneminde sendeliyerek, ayakları titriyerek mâ'nevi vazifesini devam ederken, yakın dostu olan doktorların '' İntihar mı etmek istiyorsunuz Efendim ! '' diyen bakışlarına, O , mübârek kürsüsünden tebessim ederek : '' Anlıyorum, içinizden sizin vaziyetinizde olan bir hasta, değil kürsüye çıkmak, yatağında bile kıpırdamaması gerekir diyorsunuz, ama ben hesabını bilen adamın, Hakk ve hakikatı beyan etmeden senelerce yaşamaktansa , Hakk ve hakikati beyan ederek bir saat yaşamayı tercih ederim '' diyerek , geliş sebebini ve vazifesinin azametini bildirmiştir.

Yine aynı doktorların kendisi için çok daha faydalı ve iyi olucağı inancıyla hastahaneye yatması gerektiği israrlarını kırmayıp, '' Pekâlâ, bir ayda hastahanede yatalım bakalım '' deyip, bir ayın sonunda Cedd-i Â'lâlarına kavuşmuştur.


 

13 yaşında '' Kürsî-i Muhammedî '' ye çıkıp elli sene nefes-i kudsîsi, ve eşi bulunmaz eserleriyle, insanlığı aydınlatmıştır. 1947 senesinin 20 Şubat'ında çıkarmağa başladığı '' Hakikat Yolu '' mecmuasında, daha sonrada 1948'in 22 Mart'ında neşrine başladığı '' İslâmiyet '' Gazatesinde uzun süreler İslâm dîninin azametini sergiledi ve yüz küsür eşsiz eser bırakarak Hz. Muhammed (s.a.v.)'in kaldığı kadar (63)sene bu âlemde kalıp 1322'de İstanbul ufkunda doğan bu hakikat güneşi 12 Rebiü'l-âhır 1389, (8 Temmuz 1968) pazartesi günü arkasında binlerce mahsun gönül bırakıp, yine İstanbul ufkunda gurûp etti. Türbesi İstanbul, Silivrikapı kabristanında Peygamberimizin mübârek torunu Seyyid Nizam Hazretlerinin cami ve türbesine giden yolun solundadır.

***
Muhterem pederleri Hüseyin Efendi Hazretleri Samatya yakınında Agâhamam mevkiinde Hâtuniye Camii imamı âlim, fâzıl bir zât imiş, vefat ettiğinde muhterem zevcesi Hanife Hanım, 12 yaşına oğlu Muhammed Şemseddin ve 7 yaşında kızı Emine Makbûle Nüzhet yalnız kalmışlar.

İstiklâl harbine rastlıyan bu yıllarda, yoksulluğun milletimizin üzerine çöktüğü o günlerde, babaları hasta yatağında iken, ekmeğin bile bulunamadığı bu anda bu muazzam zât okul çantasına kuruyemiş külâhlarını doldurup, daha imkânlı olan subay çocuklarına, onları birer dilim ekmek karşılığında verip, hergün eve bir çanta ekmek getiriyor. Babası vefat ettiğinde bir ev alacak kadar ticaretten para biriktirdiğini bizzat kendisinden duymuştum.8-10 yaşlarında, âilesinin maddi yükünü ve hayatı boyunca insanların ma'nevi yükünü yüklenen bu zat, babasının vefatından sonra 13 yaşında Hâtuniye Camii'ne imam oluyor. Bu ilk vazifesini üstlendiği Hâtuniye Camii'nin tarihçesinin muhterem kız kardeşi Nüzhet Hanımefendi şöyle anlattılar : '' İstanbul'un Samatya Agâhamam semtinde, el emeği göz nuru ile geçimini temin eden ve sevab yapmayı seven bir hanım saraya meshup bir zâtın yaptırdığı câmiye teberruda bulunuyor .O şahış; ''Lütfen teberrunuzu geri alın, ben yaptırdığım cami'in hayrına kimsenin hissedar olmasını istemiyorum“ deyince, hanım, “ Bir şartla geri alırım, benim içinde bir câmi yaptırırsanız” diyor. Hanım o gece rüyasında, şöyle görüyor: Birisi ona; “ Sen neden başkasına müracaat ediyorsun, bahçenin köşesinde altın gömülü, onu çıkar bir câmi yaptır” der. İşte bu câmi o hanım tarafından yaptırılmış ve Hâtuniye Camii adını almıştır.Bu muhterem hanım da aynı arsanın bir köşesinde medfûn imiş. Birinci Cihan Harbi öncesinde, dış mihrakların tahriki ile, bazı ekalliyet Samatya semtinde bir baskın düzenleyip birçok vatandaşımızı katlettiğinde; Hüseyin Efendi Hazretleri bu hâdiseden birkaç gün önce rü’yasında bu hanımı görüyor; “ Bu hafta sen cami’e gitme” diyor, böylece o katl-iâmdan kurtuluyor. Maalesef bu kıymetli cami, sonradan bazı kadirbilmez kişiler tarafından yıktırılmış. “

Babasının vefatından sonra imâmete başladığında, 70-80 yaşındaki hocalar, bu yaşta çocuğun arkasında namaz kılınır mı, kılınmaz mı, diye münakaşa etmişler ve neticede salâhiyetli mercilerce “ İlmi kabiliyeti varsa kılınır” diye karar alınmıştır. İşte 13 yaşında kürsî-i Muhammedîye çıkan bu zat, yarım asır İstanbul’un meşhûr câmilerinde vazifesini sürdürmüşdür.
Osmanlı an’anesine göre 4 yaşında ve 4 aylık iken, Besmele merasimi ile Kur’ân-ı Kerîm’e başlayıp 5 yaşında hatm ettikten sonra Kocamustafapaşa ve Davutpaşa’da ilk ve orta tahsilini tamamlayıp zamânının İlâhiyat Fakültesi, İslâm Hukuku ve Mimâri tahsilini de yapmıştır.
Zaman zaman siyasî çıkarlı çevreler tarafından zorlanmış, meslekdaşlarının hasedine mâruz kalmış, zulme uğramış fakat hiçbir güç O’nu bu ilâhî vazifeyi yerine getirmekten engelleyememiştir.
Nefes-i kudsîsi ölü kalbleri diriltirken, kaleminin nûru, her yönü ile eşsiz eserler meydana getirmiştir. Dünyada hiçbir insan ve hiçbir eser kalmasa, yeryüzünde hayat yeniden başlasa, O’nun eserleri insanlık âlemine Hz.Muhammed (s.a.v.)’in asrını yeniden yaşatmaya kadirdir. Kerametleri var mıdır, diye bana sordular, bende derim ki o zâtın kendisi mûcizedir. Meşhûr hanım veliyye Rabiatü’l-Adeviyye hakkında kendisinden bir kıssa dinlemiştim:
“ Bir gün Dicle nehri kenarında, aynı dönemin meşhûr velîsi Hasan-ı Basrî, kimsenin olmadığı bir anda, seccâdesini nehre serip üzerinde oturuyor, onu gören Hz. Rabia da başörtüsünü alıp üstüne oturuyor, beraberce Dicle’nin karşı sahiline geçtiklerinde, Hz. Râbia : “ Hasan ! Bu yaptığımız işmidir sanki, senin altında nehirdeki balık senden hızlı gidiyor ve sana gülüyordu, benim üstümdeki sinek ise, benden hızlı uçuyor ve bana gülüyordu. Sen kerâmet göstermek istiyorsan bana meyvanı göster, kaç gönlü imân nûru ile aydınlattın, kaç gönle Allah sevgisini koydun ?” diyor.

 

Evet, o zâtdan bu menkibeyi işittikten ve kendisinin binlerce gönlü,aşk-ı Muhammedî ile aydınlattığını gördükten ve onun külliyâtını tanıdıktan sonra başka hangi kerâmetinden bahsedilebilir ki ? Meselâ, O’nun “ Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm” adlı eseri bütün İslâm dünyasındaki fitneleri kaldırmaya ve bütün mezheb ihtilâflarını halletmeye https://kafidir.xn--ummun-fva/ anladığı ma’nâda, pek çok kerâmetinide gördüm. Kendileri zaruret olmadıkça kerâmet izhârını sevmedikleri için, onları zikretmekten hayâ ederim.O mukaddes hizmetinde, Rabbine susayan kalblere bol bol ma’rifet ve muhabbet şarabını sunarken; ecdadının ezelî düşmanı olan şecere-i habîseye, zamanın Yezid’ine de gereken dersi vermiştir.Her zamanın büyüklerine yapıldığı gibi, câhil ve hasedçi çevrelerce, elinden imamlık vesikası alındıktan sonra, bu ilâhi vazifeyi 17 sene de “Yüksek Ahlâk Derneği”nde “Ahlâk Dersleri” adı ile devam ettirmiş, bugün de bu eşsiz konferanslar aynı yerde, fennin hizmeti ile, teyp yolu ile devâm etmektedir. Bunu söyledikten sonra, kendilerinin ara sıra okudukları çok güzel bir şiirin bir beytini yazmadan geçemeyeceğim:
 
“ Suhanver’in eseri bir hayât-ı sânîdir.
Giderse dâr-ı Fenâ’dan yine sadâsı gelir.”


Bu hârikulâde hayâtın bir yönü de beyân ettiği ma’nânın kaidelerine uygun mükemmel bir tüccar olmasıdır. Büyük dedesi Abdülkâdir Geylâni Hazretleri gibi zengin bir zât idi ve ma’nevi vazifesi karşılığı ücret kabûl etmezdi.
Cedd-i a’lâları Hz.Muhammed(s.a.v.)’in sîretinde olan bu zât-ı âlânın çok önemli bir hususiyeti de, sûretinin dahi o zât-ı a’lâya benzemesidir. Kendisini görme şerefine erişenler ve şemâil-i Peygamberî’yi bilenler, bunu şeksiz, şübhesiz tasdik ederler.

Benim bu âciz beyanım yanında rahmetli büyük şâir Muhyeddin Râif Bey’in o zât hakkında yazdığı şiir, onun harikulâde evsâfının bir aynasıdır.

“Çok mudur takdîskârın olsa her zerrem senin
Sîretindir Sîret-i Peygamber-i Ahirzamân.”

Hulâsa, o bir insân-ı ekmel’dir, Burhânullah’tır.
***

Hiçbir siyasî partiye mensub olmamakla beraber daima sağ’ı tutardı. 1946’da rahmetli Nuri Demirağ’ın ısrarları ile Milli Kalkınma Partisi’nden, 1950 seçimlerinde de Demokrat Parti’den müstakil olarak adaylığını koydu ise de, gayesi bilfiil siyasete iştirâk değil, seçim propagandaları sırasında radyodan birkaç cümle ile de olsa milletine Hakk’ın sesini duyurmaktı. Yine radyoda Kore Şehidlerine okunan mevlid başta olmak üzere birkaç mevlidin duasını yaptığında, Anadolu’nun en uzak köşelerinden Batı Trakya’ya kadar Türk’ün ruhundaki îmân denizini öylesine çoşturmuştur ki, o duaları dinliyenler hâlâ unutamazlar.

Siyaset adamlarımızın, tarihi ve bilhassa Türk tarihini çok iyi bilmeleri gerektiğini sık sık tekrarlar, siyasîlerimizin muvaffakiyetlerinden gurur duyar, hatalarınıda endişe ile izlerdi. Rahmetli Adnan Menderes’i “ Türkiye bir Müslüman devletidir ve Müslüman kalacaktır, Müslümanlığın bütün icabları yerine getirilecektir” sözünden dolayı çok sevmiş ve hâzin âkibetine de çok üzülmüştür. İslâmiyet Gazetesi’nin 151. sayısında, "Adnan Menderes " başlıklı yazısı, sahib-i kalb olanlara bir atıyyedir.


İslâm’a olan düşmanlıkları ve tecâvüzleri her an tâkip eder, darbeyi ânında indirirdi. Meselâ: Yakovas’ın; “ Nurlu Ufuklara “ adlı eserinde, Müslümanlığa, Fatih Sultan Mehmed’e ve Türklüğe yönelttiği hayâsızca hezeyanlara İslâmiyet Gazetesi’nde, “Metropolid’e Cevap” adı altındaki yazılarında (daha sonra kitab olarak çıkmıştır) öyle perîşan etmiştir ki bir gün İstanbul piyasasının sayılı tüccarlarından Yorgo Çilingiroğlu geldi ve kendilerine şu ricada bulundu: “ Efendim, zât-ı âlinize sonsuz saygım vardır bilirsiniz, bu yüzden Hristiyan ekalliyet beni size elçi olarak gönderdiler. İslâmiyet Gazetesi’ndeki “ Papaza Cevap “ adlı yazınızı artık kesmenizi rica ediyorlar.. ‘Çocuklarımız dinlerini terk ediyor’ diyorlar.”

O zât cevap olarak, " Sayın Çilingiroğlu, bu isteğiniz şahsıma ait istek olsaydı derhal kabul ederdim. Ama bu iş Allah’ın ve O’nun Resûlünün hukukunun müdafaasıdır, bunu yapamam " dedi.

Aynı gün Yüksek Ahlâk Derneği’nde o zâtın konferansını ağlayarak dinleyen Yorgo Çilingiroğlu giderken elini öptü:” Efendi Hazretleri, şimdiye kadar Çilingiroğlu’nu kimse ağlatamadı, siz ağlattınız “ dedi. 


Ve yine 1951 senesinde Vatan Gazetesi sahibi Ahmet Emin Yalman, neşrettiği bir yazısında “ İslâmiyet Gazetesi zehir saçıyor ” diyor. O mübârek zâtın 2 Nisan 1951 tarihinde İslâmiyet’in 155’inci sayısında çıkan cevabî yazısından ufak bir bölümü, ehl-i irfân’a arz etmek isterim :
“ Tarihin en eski efendisi olan necib Türk’ün kanı ile sulanan o mübârek toprakları; bir zamanlar Ermeni Cumhuriyeti’ne peşkeş çeken ve Ahmet Emin Yalman ismine bürünen yaman, bizim yazılarımıza zehir demiş. Ne kadar doğru, hayatında hiçbir zaman bu kadar doğru konuşmamıştır desek hata etmiş olmayız. Bizim yazılarımız arza hayat veren Nisan yağmuruna benzer, o rahmet, arz ile izdivac ettiği vakit sahne-i şühûd’da bambaşka bir tecelli olur. İşte o yağmur, sadef’in ağzına düşerse inci, yılan’ın ağzına düşerse zehir olur. Evet, bizim yazılarımız Hz. İnsanın kulağına düşer onun kulağının zemzemi olur, arâzi-i kalbiyyesini sularsa, o kalb aslını bulmak aşkıyle çırpınır, mahlûk-ı Hudâ’ya karşı da rahmetle atar. Keza yazı ve sözlerimiz, güneşin nûruna düşman, yarasa kuşu tabiatlı, Şems-i Hakikat-ı Muhammediyye’ye cephe almış kara ruhlu kimselerin kulağına aktığı vakit küfrünü arttırır, nitekim zavallı Yalman’a da bu yazılar zehir gelmiştir ...”

Bu hâdiseden sonra Ahmet Emin Yalman’ın: “ Gazetecilik hayâtımda tek bir kimse sırtımı yere getirdi, o da maalesef bir din adamı” dediği söylenir.

“İnsanın ahmak dostu olacağına akıllı düşmanı olsun” derler. Aynı Ahmet Emin Yalman, batıdan Müslüman olmak veya Müslümanlık hakkında bilgi edinmek isteyen bir kimseye tesadüf ederse “ Bu hususta tek merci vardır o da Şemseddin Yeşil Hoca’dır, ona gidiniz” dermiş. Evet, Şemseddin Yeşil Efendi’nin huzurunda 49 gayr-i müslim İslâm’ı seçmiştir. Bunlardan birinin hikâyesi şöyledir:
Almanya’da mühendislik tahsili yapan bir Türk genci Hristiyan bir Alman kızı ile evlenir. İmanlı genç, hanımının da Müslüman olmasını arzu eder. İslâm’ı telkin için pek çok yerlere götürürlerse de kızcağız bir türlü tatmin olmaz. Nihayet birisi “ Siz Şemseddin Yeşil Efendi Hazretlerine gidiniz” deyince o zâta gelirler. Hristiyan kız “ Efendim, 25 senedir Hz.İsa’nın muhabbetini gönlümde taşıyorum, bir anda onu nasıl silip atayım” diyerek ağlayınca, o zatı, “ Kızım, sana İslâmı yanlış tanıtmışlar. Hz.İsa’nın muhabbetini gönlünden atacaksın diye bir şey yok, Müslüman olduktan sonra Hz.İsa’yı çok daha iyi tanıyacaksın. Bütün peygamberleri tasdik etmeden, sevmeden hiç kimse Müslüman olamaz” diyerek ve İslâm’ın birçok inceliklerini kendilerine anlatarak büyük bir huzûr ve zevk ile Müslüman olmasını sağlıyor.

O mübârek hayatın, en önemli hâdiselerinden biri de şudur:
Boğaziçi câmilerinin birinde, bir va’zı esnasında kendini dinleyen müsteşrik bir papaz konuşma bitince ellerine sarılarak: “Efendim, zât-ı âlinizden 15 dakikalık bir görüşme rica ediyorum” diyor ve bu buluşmalarında ; kendisinin Arapçayı çok iyi bildiğini, Kur’ân-ı Kerîm’i tedkik ettiğini, bütün İslâm âlemini gezip en meşhur ulema ile görüştüğünü, Kur’ân-ı Kerîm’de bir mevzû hakkında kimseden doyurucu cevap alamadığını ifâde ettikten sonra “Zât-ı âlinizi dinlerken içimden bir ses bu müşkilimi ancak sizin halledebileceğinizi söyledi” der.O zât, “ buyurun sorun” deyince, “Kurân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak bir âyette, “emaneti ehlinin gayrına vermeyiniz” diye emrediyor ve İslâmın Peygamberi de “ emaneti ehlinin gayrına verirseniz kıyâmeti bekleyiniz” buyuruyorlar. Ve sonra başka bir ayette(Ahzab - 72) Cenâb-ı Hak; “Allah emaneti bütün mevcûdata arzetti, hukukunu yerine getiremeyiz diye onu yüklenmekten çekindiler ve onu insan yüklendi çünkü o çok zalim ve çok cahil idi” diyor. Allah, Allah olduğu halde nasıl olur da emanetini çok zalim ve çok cahil olana teslim eder ? “

Şimdi, bu suâle o zâtın verdiği cevâbı yine kendi eserinden nakl edelim: “ Buradaki zulüm, zulm-ü memduhtur, adl’in mukabili olan zulüm değildir, Cehil de makbul cehildir, ilmin mukabili olan cehil değildir. O insan ki nefsinin kuvvetli zâlimi oldu, Hak ve hakikatin gayrısının da câhili oldu, emâneti almak hakkına hâiz oldu. Demek oluyor ki emanet-i ilahiyye; nefislerin hayrını ayağının altına alan, Hak ve hakikatten mâadâsına cahil olan insanda bulunuyor. Onun için emaneti kalb taşır, zira kalb mevzi-i nazar-ı Haktır. Sahib-i kalb olanda ancak Hz. İnsan’dır..


Bunun üzerine o müşteşrik papaz, aldığı cevaptan çok memnun: “Efendim, evlâdınız yok mu ?” deyince o zat-ı ala “ Henüz evli değilim ” diyorlar. “Hayır, onu demek istemedim, sizin gibi zâtların çocuğu etten, kandan olmaz, eseriniz yok mu ? demek istedim. Bu ilmi beraber mi götüreceksiniz, beşeriyetin istifadesine sunmayacak mısınız ?” diyor ve eserlerin yazılmasına sebeb oluyor.

Bu fâni âlemden, Bekâ âlemine geçtiğinde, bizlere muhterem zevceleri Fikret Hanımefendi’yi ve Hüseyin Ezan isminde edeb ü vefâ ve fazilat timsâli bir evlad bırakmış ve o mübârek zâtdan da bugün Muhammed Şemseddin, Ali Akdes ve Ahmed Seccad isimlerinde erkek evlâdları ile Fâtıma Nûr Hadrâ isminde bir kız evlâdı dünyaya gelmiştir.

Hanedan-ı Ehl-i Beyt-i Mustafa’yı sevmeyen
Esfel-i süfliyyete nadan gelir nadan gider.

Allah bizleri Resûlünden ve evlâd-ı Resûl’den ayırmasın.
Âmin